Bize Belki de Daha Çok Başarısız Çocuk Gereklidir

Silikon Vadisi’nin resmi olmayan bir sloganı vardır: “Başarısız ol.” Örneğin Facebook’un ofisinde üzerinde “Çabuk Başarısız Ol” yazan posterler bulunur. Çalışanlar daha “sık” başarısız olmaları için adeta teşvik edilir. Hatta “FailCon” isminde dünya çapında düzenlenen bir konferans bile vardır.
Peki ama neden?
Onca parlak fikrin ve zekanın bir arada bulunduğu bir ortamda başarısızlık, başarıya giden yolda bir adım olarak görülür. Bizler de özel ve çalışma hayatımızda bu nedenle başarısız olarak anılmaktan rahatsızlık duyarız.
Üstelik kendimizin başarısız olmaya tahammülümüz olmadığı gibi, başarısız olma korkusunu bizden sonra gelen nesillere de itina ile aktarmaktayız.
Oysa ki bu başarısızlıktan kaçınma tutumu çocuklarımızın kendileri hakkında bir içgörüye sahip olmalarını engelliyor. Öte yandan başkalarına karşı empati geliştirmelerini de önleyebiliyor.
Çocukları koruma içgüdüsü ile başarısız olmalarını engellemeye çalışmak kabul edilebilir bir fikir gibi gelebilir. Ancak helikopter aile olarak tanımlanan yani çocuklarının etrafında pervane olan ailelerin bu koruma görevinde çok ileriye gittiği de kabul edilmelidir.
Bu iyi niyetli anne-babalar ayakkabı bağcığı bağlamaktan, ev ödevi yapmaya kadar uzanan zor ya da sinir bozucu olabilecek işleri genellikle çocuklarının yerine üstlenmektedir.
Günümüzde pek çok takım sporunda rekabet olabildiğince arka planda bırakılmakta ve bunun yerine sporculara yarıştıkları için değil katıldıkları için madalyalar verilmektedir.
Oysa biz öylesine yapay ölçümler oluşturuyoruz ki çocuklar evde oynadıkları basit oyunlarda bile kaybetmekten korkuyor. Bir bakıma onları duygusal olarak pamuklara sarıyoruz.
Ve sonuç olarak, çocuklar kişisel gelişimleri için gerekli olan fırsatları kaçırıyorlar.
Çocukların ne düşündüklerini açıkça söyleyebilmeleri, sağlıklı riskler almaları ve hedeflerinin peşinde koşmaları gibi önemli hayat dersleri, başarısızlıktan kaçınma eğilimi ile yok olmaktadır.
Çocuklar aynı zamanda kendilerini affedebilme yetisini kaybetmekte ve diğerlerine karşı bağışlayıcılıklarını, duyarlılıklarını ve sempatilerini göstermekte zorlanmaktadır.
Örneğin, ödevlerini kendisinin yerine yapan ebeveynlere sahip bir çocuk ödevini yapamayan bir sınıf arkadaşını rahatlıkla yargılayabilmektedir.
Pamuklara sarmalanan çocuklar şüphesiz ki büyüdükçe evsiz, işsiz ve ruh sağlığı yerinde olmayan insanlarla karşılaşacaklardır. Yanıltıcı bir varsayım olarak herkesin etrafında kendilerinde olduğu gibi kurtarıcı bir takımın olduğu düşüncesi ile gelişen beyinler için, başarısız olarak tabir edilen kişileri ve bunun altındaki nedenleri anlamak kolay olmayacaktır.
Irk ve cinsiyet ayrımcılığı yapmak toplumda genelde hoş görülmese de, şartlar gereği başarısız olmuş birini suçlamak kültürel olarak hala uygun görülmektedir günümüzde.
Çocuklarımızın –onlar hala beta evresindeyken, zorlukların üstesinden gelmek için gereken güce sahiplerken– başarısız olmalarına izin verelim. Bir matematik problemi ile uğraşmalarına ve çözememelerine izin verelim.
Yardımcı oyuncu olmalarının daha olası olduğunu bilsek bile başrol için seçmelere girmelerine izin verelim. Öz-bakım güçlerini ve empatilerini artıracak hatalar yapmalarına izin verelim.
Belki de daha çok başarısız çocuk yetiştirirsek, daha merhametli bir toplum oluşturabiliriz.
Kaynak: https://www.huffingtonpost.com/craig-kielburger/why-the-world-needs-you-t_b_10400608.html
Matematiksel
Sibel Çağlar

Hayatı Boyunca Türkiye'de Yaşayıp, Hiç Avrupa Görmemiş Olanların Asla Anlayamayacağı 17 Şey

Evet, ne yazık ki böyle şeyler var ve güzel ülkemizi hiç terketmemiş insanlara göre, tüm bunlar kocaman bir saçmalık. İlkokulda başlayan cinsellik eğitiminden metroda bira içen insanlara, bebeklerini bisikletle taşıyanlardan kadın kamyon şoförlerine, daha önce Avrupa'yı görmemiş bir insanın asla anlam veremeyeceği onlarca şey var. 

İşte onlardan en anlam veremeyecekleriniz:

1. Saat 07.19'da gelmesi gereken otobüsün, gerçekten saat 07.19'da gelmesi.

"Mümkün mü böylesi?" diye sormadan edemiyor insan. En azından bi 5 dakika gecikme payı olur... İnsanlık hali sonuçta... Şoför bir sigara da mı içmeyecek? Köşedeki büfenin oraya çekip şöyle güzelinden bir meyveli soda da mı yuvarlamayacak?


2. Güneş yüzünü gösterir göstermez bikinili kızların ve şortlu erkeklerin parklarda güneşlenmesi.

Bu manzarayı ülkemizde hayal etmesi bile oldukça zor. Düşünelim şimdi; iki Danimarkalı üniversite öğrencisi kız "Aaa!" demiş, "Anadolu! Yüzyıllardır kültürlerin kesiştiği yer!" ve merak ederek Erasmus'la Yozgat'a gelmiş. Havalar pek kötü gidiyormuş. Günlerden bir gün güneş kendini gösterivermiş. Bizim Danimarkalılar durur mu? Giymişler bikinileri ve çıkmışlar parka... Uzanıp güneşin tadını çıkarmaya başlamışlar... Hikayenin gerisi, saat 19.00'da Ana Haber Bülteni'nde!


3. Köşedeki dükkandan patates kızartması alıp, yürüyerek yemek.

Nasıl yani? Sadece patates kızartması satan dükkan nasıl olur? Hem ayakta yemek mi yenirmiş? Önce oturacaksın, önden salatayı ve mezeleri yuvarlayacaksın, arkadan yemek ve üstüne bir güzel çay... Ayakta patates kızartması yemek de neymiş?


4. Eşcinsel çiftlerin çocuk sahibi olması ve okulda yapılan veli toplantılarına rahat rahat, elele gelebilmeleri.

Kendi kendinize "Bu dünya nereye gidiyor böyle?" diye soruyorsunuz. "Onlar da insan değil mi, neden olmasın?" fikrini savunan Avrupalıları bir türlü anlayamıyorsunuz... Anlamak da istemiyorsunuz... Her geçen gün gayleşen bir dünyaya koca bir HAYIR diyorsunuz...


5. Yol boş olsa bile arabaların yine de kırmızı ışıkta beklemesi.

Çok şaşırtıcı değil mi? Hayır yol boş ise, neden bekliyor bu insanlar? Hayat çok garip gerçekten. You know nothing Jon Snow!


6. İş çıkış saatlerinde herkesin metroda bira içmesi.

Adamlar bütün gün işte yoruluyormuş da... İşten eve giderken metroda en azından bir küçük bira içiyorlarmış da... Olur mu böyle saçmalık? ANLAYAMAZSINIZ.


7. Öğretmen maaşının 5 kişilik bir aileyi rahatlıkla geçindirip, üstüne bir de birikim yapmaya yetecek kadar olması.

Örneğin Lüksemburglu bir öğretmen, çalıştığı her saat için 72.49 pound kazanıyor. Günde 8 saat çalışsa, günlük kazancı 579 pound yapar.
Ortalama saatlik öğretmen maaşı ise 30.50 pound olarak karşımıza çıkıyor. Haftada 5 gün, günde 8 saat çalışan ortalama bir öğretmenin aylık maaşı 5000 pound civarlarında olacaktır.
Not: Bu veriler 2013 yılına ait. Ödemelerde biraz daha yükselme olduğunu düşünmek yanlış olmaz.


8. Seks müzeleri olması ve bu müzelere giriş için 13 yaşında olmanın yeterli sayılması.

Bu müzelerde gördüğünüz üzere oldukça ahlaksız şeyler sergileniyor. Hayır bir insan ne diye seks müzesine gider ki? Onu da anlamış değilsiniz... Biliyoruz... İnanılmaz.


9. Bisikletle işe gitmek.

Hem de şehrin bir ucundan diğer ucuna, usanmadan üşenmeden bisikletle işe gitmek... Allah akıl fikir versin bu insanlara.


10. Ve bisiklet trafiğinin de kendine göre kuralları olması.

Ohooo... Bunlar bir de bekliyorlar, dönerken sinyal veriyorlar, hız limitini aşmıyorlar... Saçmalık. Bu şekilde bisikletin keyfi mi çıkar? Abanabildiğin kadar abanman lazım pedala...


11. Ve hatta insanların, çoluğunu çocuğunu dahi bisikletle taşıması.

Yok artık! Ya düşerse???


12. Kek yerken kahve içilmesi gerekliliğinin, yerini kahve içerken kek yeme gerekliliğine bırakması.

Sırf kahve içmek için kek yemek de neyin nesi? İnsan acıkır ve kendine bir kek ısmarlar. E haliyle kek kuru kuru gitmeyeceğinden, bir de kahve söyler yanında... Bunun tersi nasıl mümkün olabilir?


13. Eğer bir gece kulübüne giriş 10 Euro ise, aynı kulübe çıplak bir şekilde bedava girebilme şansınızın olması.

Pek inandırıcı gelmiyor değil mi? "Bu nasıl bir saçmalık?" diyorsunuz içinizden. Fakat bunu denemesi de bedava. O yüzden gün gelirde bir Berlin'e veya bir Amsterdam'a gidecek olursanız, mutlaka deneyin...


14. Günü birlik ülke değiştirmek.

Merhaba. Eviniz Polonya'da ama iş yeriniz Almanya'da. Her gün sınırdan geçip işe gideceksiniz... denseydi size, tepkiniz ne olurdu?


15. Kadın taksi şoförlerinin olması.

Öyle ki, Finlandiya'da erkekler geceleri çocuğa bakarken, kadınlar taksiye çıkıyor... Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu???


16. Ve hatta kadın kamyon şoförlerinin olması.

Ahlaksızlığın bu kadarı.... Başlarına kötü bir şey gelmez umarız...


17. Cinsellik eğitimine ilkokulda başlanması.
Öncelikle: CİNSELLİĞİN EĞİTİMİ Mİ OLURMUŞ? diye sormadan edemediniz... Sonrasında ise, İLKOKUL MU? diye de eklediniz... Maalesef durum böyle. Avrupalılar, sağlıklı ve etkili bir cinsel hayatın bireyler ve dolayısıyla toplumlar için ne derece ciddi bir öneme sahip olduğunu çoktan kavramış. Eğitim sistemlerini de bunu dikkate alarak düzenlemişler.


BONUS: Adı herhangi bir dava ile anılan politikacıların halktan özür dilemesi, görevini gerektiği şekilde yapamadığını kabul etmesi ve derhal istifa etmesi.

Bunu asla anlayamayacaksınız ve sizin oylarınızla oraya gelmiş insanların, size karşı sorumluluk hissederek, gerektiği zaman görevlerinden istifa etmelerinin, sizde nasıl bir duygu uyandırdığını asla bilemeyeceksiniz.

Anne Değilsin Anlamazsın

''Okullarda, etüt merkezlerinde lgs sınavı için sabahtan akşama test çözen çocukları gördükçe, yer altına inen maden işçileri aklıma geliyor'' demişti bir arkadaşım. Gün yüzü görmeden çocuklukları geçiyor, üzülüyorum demişti. Anne değildi bunları söyleyen arkadaşım, çocuklar üzerine düşüncelerini söylerken çekingendi. Anneler hemen atlayıverirdi üzerine, "sen anne değilsin, anlayamazsın" diyerekten.

Okulumuzun anneleri, sabah dokuz akşam beş buçağa kadar okulda kalan, on dakikalık teneffüslere bile çıkmadan test çözen çocuklarına akşam etüdü konulması için ve eve daha çok test ödevi verilsin diye müdürlüğe istekte bulunmuşlardı. Anneydiler çünkü, çocuklarının iyiliğini isteyen annelerdi.

Geçmiş senelerde, ilkokul öğretmenimizin anne olmaması veliler arasında huzursuzluk, tedirginlik yaratmıştı. Öğretmenimiz veliler ile ters düşerse hep öğretmen suçluydu , anne olmadığı için. Sınıf anneleri kendi aralarında yarışıyorlar, ünlü markaların hediye çeklerini öğretmenler gününde hediye etmek için, organize oluyorlar, bir bizim öğretmen almıyor, hediye çekini, bana öğrencilerimin sarılıp öpmesi yeter diye. Okulun diğer öğretmenleri hediye çeklerini almışlar çünkü onlar anne, bizimki anne değil diyorlar.

Bir kadın programında Türkiye'nin en iyi üniversitesini birincilikle bitirmiş dünyanın en iyi üniversitelerinde çocuk gelişimi üzerine doktoralar yapmış bilim insanı bilimsel araştırmalarını anlatmaya çalışıyorken sunucu kadın (Derya Baykal) ağız büküyor ve ''anne olmadığınız için anlayamazsınız'' diyor. Kendi anneliğini örnek göstererek alçak gönüllü bilim insanına ayar veriyor.

Çocuk doğurmamış arkadaşım, her anneye nasip olmayan bir şeye; çocukları insan gibi görebilme becerisine sahip.

Anne olunca bize ne oluyor ki çocuğumuzu "insan"olarak göremiyoruz? Üzerine titreyip, tüm maharetimizle yumruk yumruk şekillendirdiğimiz eserimiz üzerine ömür boyu gölge olmaya neden bu kadar mecburuz?

Annelik uykusuzluğumuzu, sütümüzü, tedirginliğimizi, gözyaşımızı, iş bırakmışlığımızı, çatlaklarımızı, pörsümüşlüğümüzü, zamansızlığımızı neden kutsuyoruz, kutsanmasını istiyoruz?

Anne olunca kanatlarımızın çıktığını, yüreğimizin yerinden çıkarılıp nurlu başka bir yürek takıldığını, gözlerimize sadece çocuklarımıza odaklı perde indiğini, tüm koruyucu meleklerin bizi gözetlediğini , dünyanın bizim için döndüğünü neden herkese göstermek istiyoruz?

En çok da çocuklarımız için tehlike olmuyor mu, bu kutsanmış annelik?

Bu yazımı çocuk doğurmamış arkadaşım için yazıyorum, çocuğumu insan olarak göremediğim çoğu zamanlarımda gözümü açtığı için.

AYŞE'NİN KOZASI BLOGUNDAN ALINMIŞTIR.
YAZAN ARKADAŞI AYAKTA ALKIŞLIYORUM. 💗
http://ayseninkozasi.blogspot.com/2019/07/anne-degilsin-anlayamazsn.html

Besteci, Yazar, 5 Dil Bilen Bir Özgür Eğitim Uzmanı Niçin Okula Gitmemiş?

Besteci, yazar, beş dil bilen bir özgür eğitim uzmanı… André Stern, bu sıfatları bir gün bile okula gitmeden edinmiş.
Kendisi ile yapılan bu röportaj eğitim hakkında doğru kabul ettiklerimizi tekrar sorgulamamız için bir fırsat olabilir.
Neden okula gitmediniz?
Anne ve babam, kız kardeşimi, beni ve diğer çocukları gözlemlemişler. Sonunda, her çocuğun dünyaya gelirken ihtiyaç duyduğu her şeyi de beraberinde getirdiğine karar vermişler. 40 sene önce beyinle ilgili bilimsel çalışmalar bu kadar ilerlememişti. Ancak bugün yapılan çalışmalar gösteriyor ki, doğarken oyun oynama içgüdülerini ve yaratıcılıklarını da yanlarında getiriyorlar. Yani oyun oynamak aslında öğrenmekle eşdeğer. Ailemin hayata ve bize olan güvenleri tamdı. Benimle ve kardeşimle ilgili geleceğe yönelik beklenti ve korkular geliştirmemişlerdi. Dolayısıyla bilgi ve meslek sahibi olabilmek için okula gitmenin tek yol olmadığını biliyorlardı.
Her ikisi de çok mutlu ve başarılı öğrencilik yılları geçirmiş olmalarına rağmen kız kardeşim ve benim için okulsuz eğitimi uygun gördüler.
Fransa ‘da yaşıyor olmanızın da bunda katkısı var sanırım.
Evet, tabii ki… Başta Fransa olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde okula gitme zorunluluğu yok. ABD gibi bazı ülkelerde ise okula gitmek istemeyenler için evde öğrenim zorunluluğu var. Yani, yine ne öğreneceğinize, nasıl öğreneceğinize, ne kadar zamanda öğreneceğinize başkaları karar veriyor. Fransa bu konuda tamamen özgür. Ama birçok Fransız ailenin bundan henüz haberi yok.
Anne ve babanızın çocukları gözlemlediğini söylediniz. Bunu nasıl yapmışlar?
Babam pedagog. Paris’te ‘Kapalı Mekân’ adını verdiği bir resim atölyesi var. Küçük çocuklarla çalışıyor. Annem ise ilkokul öğretmeniydi. Mesleğini yaparken çocukların okulda doğallıklarını kaybettiklerini, yeteneklerinin sınırlar içinde kaldığını görmüş. Bu nedenle aslında çok sevmesine rağmen mesleğini bırakmış. Benim ve kardeşimin gelişimini takip etmek ve bizimle bolca vakit geçirme isteği de kararında etkili olmuş.
Okuma yazmayı ne zaman öğrendiğiniz?
Üç yaşımda harfleri ve sesleri birleştirmeye başlamışım. Gazeteler ilgimi çekiyordu, bu sayede sesleri birleştirerek hecelemeyi öğrendim. Ailem sadece sorduğum sorulara cevap veriyordu. Tam anlamıyla okuma yazmaya ise dokuz yaşımda başladım.
Yedi yaşındaki çocuğu okumayı sökemedi diye paniğe kapılabilecek birçok insan tanıyorum. Benim ailem için çok doğal bir süreçti. Bir gün kendiliğinden olacağını biliyorlardı. Bu nedenle üzerimde zaman baskısı yoktu. Zaten bütün çocukların yedi yaşında okuma yazma öğreneceğine kim karar veriyor? Doğal bir süreci kimse hızlandıramaz. Bir tırtılı eline alıp çekersen daha çabuk büyümez, ölür.
Peki, evde nasıl zaman geçiriyordunuz?
Gerçek anlamda mutlu bir çocukluk geçirdim. Oyun oynayarak ve neye ilgi duyuyorsam, beni ne heyecanlandırıyorsa onunla meşgul olarak… Dört yaşımda gitarla oynamaya başladım, sonrasında gitar dersleri aldım. Yanlış anlaşılmasın diye eklemeliyim ki, bizim evimizde de, kurallarımız ve ritüellerimiz vardı.
En sevdiğim şey, Legolarla oynamaktı. Haftada bir gün babamın resim atölyesinde resim yapardım, amcamdan bilgisayar öğrendim, İngiliz bir arkadaşımdan ise cebir… Kuzenimle beraber dans dersleri aldım. Stressiz, zaman ve öğrenme baskısı olmadan, iyi notlar almak için savaşmak zorunda kalmadan, öğrendiğimin farkına varmadan yaşayarak, tutkuyla öğreniyordum. Bakır işçiliğine merak saldığımda, bakır ve seramik tutkunu olan ailem bir ustayla temasa geçtiler. Kaybolmaya yüz tutmuş bir el sanatıydı bu. 11 yaşımda Guy isimli ustamın atölyesinde kurslar almaya başladım. Coşkuyla, heyecanla çekicin çıkardığı sesi dinleyerek… Bakır konusundaki eğitimim üç sene sürdü. 18 yaşımda babamın anadili olan Almancayı öğrenmeye başladım. Babamın hediye ettiği bir Almanca öğrenme programıyla günde altı saat çalışarak altı ayda bu dili söktüm. Bunu yaparken kimse yanıma gelip “Almanca bitti, şimdi matematik zamanı” demiyordu. Fotoğrafçılığı ise kitaplardan ve yine bir ustanın kurslarından öğrendim.
Zengin bir aileydiniz herhalde? Bir dolu hoca ve ders saydınız çünkü…
Hayır, zengin değildik. Sadece önceliklerimiz farklıydı. Simco marka arabamızı parçaları birbirinden ayrılıncaya kadar kullandık örneğin. Hayatımızı okul zamanı, tatil zamanı, iş hayatı, özel hayat, hafta içi hafta sonu gibi parçalara ayırmadığımızdan, dinlenmek için pahalı seyahatlere de ihtiyaç duymuyorduk. Örneğin, hiçbir zaman televizyonumuz olmadığı için yeni modeli çıktığında değiştirmek zorunda kalmıyorduk. Giyim modası da takip ettiğimiz bir şey değildi.
Bunca eğitime rağmen hiç diplomanız yok değil mi?
Tabii ki yok. Bugüne kadar yaptığım işler için de diploma göstermem gerekmedi zaten. Diplomam olmadığı, ama aynı zamanda okuryazar olduğum için askerlik de yapmadım. Askerlik için form doldurmam gerektiğinde önümdeki kâğıtta beş kutucukla karşılaştım. Yanlarında yüksekokul, lise, meslek okulu gibi sınıflandırmalar vardı. En alttaki kutucukta ise ‘okuryazar değil’ ibaresi vardı. Bunların hiçbirine uymadığımı söylediğimde, beni bir sınava tâbi tuttular. Üstün başarı ile geçmeme inanamadılar.
Çünkü onlara göre bir insan okula gitmediyse bu kadar çok şey bilemezdi, eğer biliyorsa akıl dengesi yerinde olamazdı. Psikolojik bir rahatsızlığım olduğuna karar verdiler. Ve askerlik yapmak zorunda kalmadım.
Gelelim el yapımı gitar ustalığına…
22 yaşımdayken şimdiki ortağım ve en iyi dostum Werner’i buldum. Gitar yapmak istiyordum. “Bu işi bana öğretebilir misin” diye sorduğumda bana şu cevabı verdi; “Sana sadece ne yaptığımı gösterebilirim ama öğretemem.” Ustamı bulmuştum. 20 yıldır Werner ile beraberiz.
Nasıl tepkiler alıyorsunuz?
Bir konunun altını çizmeliyim öncelikle! Ben okul düşmanı, sistem karşıtı bir insan değilim kesinlikle. Tam tersi, eğitimcilerle çalışmak işimin bir parçası.
Birlikte seminerler veriyoruz. İkincisi, benim hikâyem bir ‘metot’ da değil. Sadece şunu söylemek istiyorum; ben alışılagelen bir yolun dışında yürüdüm ve mutluyum. Birçok insan başarıyla mutluluğu aynı kefeye koyuyor. Başarıya ulaşmak için de zorlanmamız, mücadele etmemiz, bunun için birçok ciddi ve önemli sınavdan geçmemiz, yarışmamız, kıyaslanmamız gerektiği düşünülüyor. Benim hayatım bunun tersini anlatıyor. Hiçbir şeyi elde etmek için mücadele etmem gerekmedi. Hayata güvenip korkularımızdan kurtulduğumuzda mutlu olacağımızı düşünüyorum.
Bir çocuğu gerçek hayata hazırlamak diye bir kavram var. Benim ailemin beni hayata hazırlaması gerekmedi çünkü hayatın tam içinde yaşıyordum. Sorunuza gelince anlattıklarıma birçok farklı tepki alıyorum. Üstün yetenekli bir çocuk olup olmadığımı soranlar var. Kesinlikle değildim. Gerçekten çok normal, diğerleri gibi bir çocuktum. Sadece bana güvenen, beni yönlendirmeden destek veren bir ailem vardı. Bilimsel araştırmalar, okullarda aynı yaş grubundalar diye çocukları bir sınıfta toplamanın doğru olmadığını ispatladı artık. Çocukların gelişimleri, ilgi alanları, yetenekleri, heyecanları aynı değil çünkü. Ama kimileri için bunu düşünebilmek bile imkânsız. Eski alışkanlıklarına o kadar tutkuyla bağlılar ki!
Son olarak okullarda bunalan çocuklara ne söylemek istersiniz?
En önemlisi hayatta onları heyecanlandıran konuları bulmalarını öneririm. “Hangi konuda kötüyüm, nasıl daha iyi olabilirim” yerine, “hangi konuda iyiyim, nasıl daha da iyi olabilirim” sorularının cevaplarını araştırsınlar. Aynı alanlarda birbirleriyle yarışmaktansa farklı alanlardaki becerilerini ortaya çıkarmaya çalışsınlar.
KAYNAK:
Röportajı yapan: Şebnem Işıl GÜLER (tempomag)

Paçozluk: Her Yanımızı Saran Bir Karabasan

‘Tatil için yaşıyoruz’ düşüncesini doğal sanan beyaz yakalı, İbiza’daki köpük partilerine katıldığını göstermek için yıl boyunca çalışır, bir yılda taksitle öder. Mecliste, sokakta, ilişkilerde paçozluk sinsice pusudadır; her fırsatta yapışkan bir samimiyet ile karşınıza fırlar.


Yüzeyselliğin hüküm sürdüğü, paçozluğun damgasını vurduğu çağımızda, ‘etrafta konuşacak insan bulamıyorum’ diye dert yanan insanların sayısı sürekli artar. İlişki danışmanı olarak karşımıza Seren Serengil çıkar.
Alev Alatlı’ya göre ‘paçozluk’ Türkiye’de giderek yerleşen bir durum. (Yazar paçozluk kavramını Dostoyevski’nin ‘Puşlost’una benzetir. Ayrıca Erdoğan’a ‘George Orwell sizi ayakta alkışlardı’ diye seslenerek, bu kavrama yönelik en güçlü örneği yine kendi vermiştir)
Kapitalizm, dehasını konuşturarak insanlarda ‘sanal ihtiyaçlar’ yaratır. Böylece avmler,satın almaz ise yaşayamayacakmış gibi hissedeninsanlar ile dolar. Sistem, tüketmeden duramayan, tükettikçe yaşadığını sanan ancak bir türlü mutlu olamayan ‘tüketim toplumunu’ yaratır. Bu düzende susayan insanın önüne tuzlu su konulur, içtikçe susar.

İşte tam da bu noktada paçozlaşma süreci kendini gösterir.

Tüketim toplumunda, çarkların sürekliliği için bu eblehleşme olmazsa olmaz yaşanması gereken bir süreçtir.
Paçozlaşan insanları, belki de en belirgin ‘gece hayatında’ görebiliriz. Masa tutup, göstermelik şişe açan, dans etmeden etrafını kesen yeni model ‘delikanlılar’ ya da ‘antropoz bayımlar’ bu paçozluk sürecinin güçlü temsilcileridir.
Ya da Beyoğlu’nun bilinen bir mekanında, sahnede önde olmak için birbirinin küpelerini çekerek kavga eden ‘catwalk’ kadınları görebilirsiniz. Bodrum’da tek derdi, bir gece kulübüne tekneden inerek girmek olan insanlar vardır.
Memleketin en seçkin yerlerinde yaşayan, sözüm ona bilgili, kültürlü sosyetimiz, her yaz Çeşme‘nin yolunu tutar, sanat adına tercihleri ise Serdar Ortaç veya en fazla Fatih Ürek‘tir. Rezervasyonlar hızla yapılır, ‘ama çok eğlendiriyor’ dur. Alaçatı‘nın dar ve kalabalık sokağında yürürken, podyumda gibi hissettiren sıcacık bir mutluluktur yaşanan!
Derinlikten uzaklaşan, var olmayı tüketerek sağlama yanlışı peşindeki toplum, kültür ve sanatı ıskalarken, paçozlaşmaya daha çok prim verir hale gelir. Paçozlaştıkça tüketir, tükettikçe paçozlaşır. TV’lerin gündüz programları paçoz kadın ve adamlarla dolar. Dünya başına yıkılsa o halay çekilmeye devam eder.
Etraf dalga geçer gibi konuşan başkan, bürokrat, STK temsilcisi, özel sektör yöneticisi ile doludur. Paçozlukları, tuhaf bir samimiyet algısı ile iş yapar. Aklına geldiği gibi konuşan garip bir kitle neredeyse her şeyi yönetir.
Mecliste, sokakta, ilişkilerde paçozluk sinsice pusudadır, her fırsatta yapışkan bir samimiyet ile karşınıza fırlar.

Paçozluk her yerde, farklı bir ambalajla da olsa yerini alır.

Mesela bugün iş hayatında, genel bir iş kalitesinde düşüş yaşandığı hissedilir bir şeydir.
Ortaya çıkan iş kalitesi probleminin temel nedeni, paçoz davranışların prim yapması ile üretim verebilme kabiliyetinin kaybedilmesidir. Ya da yabancıların da ilgisini çeken ‘İstanbul salaşlığı’nın kültürel ilerleme ile daha ‘rafine’ olması gerekirken, ‘İstanbul paçozluğu’na dönüşmesi de bu sürecin bir parçasıdır.
Tatminsiz paçozlar üreten, ürettiği paçozlara, tüketerek mutlu olacağını düşündüren bu sisteminde, su akar, kova bir türlü dolmaz. Çünkü kova deliktir. Paçozluk, her yanımızı sarmış bir karabasandır.

Çocuğunuzun Ekranını Kavgasız Kapatmak Mümkün Mü?

Çocuklarınızla ekranı kapatma konusunda hiç çatışma yaşıyor musunuz? 
Bu çatışma genellikle göz yaşlarıyla mı bitiyor (hem onun, hem de sizin)? Birçok ebeveyn gibi ben de çocuklarımı bu konuda uyarmaya alışkındım.
Genellikle, “Beş dakika daha, sonra yemek zamanı,” diye mutfaktan bağırırdım.
Bu uyarı, ya görmezden gelinir ya da homurtuyla karşılık bulurdu.
Beş dakika sonra oturma odasına gelir, sessizce kabulleneceklerini ve sevgi dolu, huzurlu bir akşam yemeği yiyeceğimizi umarak televizyonu/tableti/zımbırtıyı kapatırdım.
Sonrası çığlıklar, öfke nöbetleri, buz gibi bir yemek ve ağarmış saçlar.
Bu işte bir yanlışlık olduğunu fark ettim. Konuya yaklaşma biçimimde bir yanlışlık vardı. Benim çocuklarım normalde öfke nöbetlerine eğilimli değildiler, bu yüzden ne yapacağımı şaşırırdım. Her ekran saati sonundaki bu ani çığlıkları nasıl susturacağıma dair bir çözüm bulamıyordum.
Çocuklarımı ekrandan nazikçe uzaklaştırmak, sürekli bir hale gelen kavga dövüş olmaksızın (çünkü bu neredeyse her akşam oluyor) onları gerçek dünyaya döndürmek için bir yol bulmak istiyordum, ama nasıl olacağını bilmiyordum. Sonra bir arkadaşım Isabelle Filliozat’ın önerdiği küçük bir numaradan bahsetti.
Isabelle Filliozat, pozitif ebeveynlik üzerine uzman bir klinik psikolog. Çocuk eğitimi üzerine yazılmış bir çok kitabın yazarı ve Fransız dünyasında nazik ebeveynlik konusunda bir otorite. Benim dünyam bir günde değişti diyebilirim. Birdenbire ekranı kapatma zamanlarını, çığlıklar atılmadığı, öfke nöbetleri geçirilmediği, yemeklerin soğuk yenmediği ve saçların ağarmadığı bir şekilde nasıl yöneteceğimi anlamıştım.
İşte Isabelle Filliozat’un o çok basit metodu.

Ekran zamanının ardındaki bilim

Bir futbol maçının en heyecanlı yerinde hiç elektriğin kesildiği oldu mu?
Ya da bir romantik komedide, birbiriyle çatışan çiftin en sonunda öpüşecekleri an geldiğinde, küçük çocuğunuzun bir başrol oyuncusu edasıyla televizyonun kapama düğmesine bastığı?
Ya da tam o uzaylıyı öldürüp bölüm atlayacağınız anda karakterinizin gücü bitti mi?
Ekranın beynimizde yarattığı hazdan kurtulmak zordur. Yetişkinler için bile zordur. Çocuklar içinse korkunç olabilir. Abartmıyorum. İşte Isabelle Filliozat’a göre bunun nedeni.
İnsanlar olarak biz (sadece çocuklar değil) bir filmin ya da bir bilgisayar oyununun içine girdiğimizde, zihinsel olarak başka bir dünyada oluyoruz. Ekran beynimizi hipnotize ediyor. Işıklar, sesler, görüntülerin ritmi beynimizi bir akışın içine sokuyor. Kendimizi iyi hissediyoruz ve başka bir şey yapmak istemiyoruz. Bu durumun değişmesini kesinlikle istemiyoruz.
İşte bu anlarda, beynimiz stresi ve acıyı azaltan bir nörotransmiter madde olan dopamin salgılar. Her şey harikadır, ta ki ekran kapanıncaya kadar… Vücuttaki dopamin seviyesi hiç uyarı olmadan aniden düşer, ki bu durum vücutta gerçekten bir acı hissi yaratabilir. İşte hormonların düştüğü bu an, bu fiziksel şok, çocukların bağırmaya başladıkları andır.
Ekranı kapatma zamanı konusunda biz ebeveynler ne kadar net olursak olalım fark etmez. Bu konuda baştan anlaşmış olalım (20 dakika izleyebilirisin!) ve onları önceden uyaralım (son 5 dakika!) fark etmez. Bu anlaşma bizler için yeteri kadar açık ve adil olabilir ama çocuğunuz için öyle olmayacaktır. Çocuğunuz ekran önündeyken, bu şekilde düşünebilecek ve bu bilgiyi içine alabilecek konumda olmuyor. Beyni dopamin içinde yüzüyordu, hatırladınız mı? Açık olan televizyonu kapatmak ona fiziksel acı yaşıyormuş gibi bir şok etkisi yaratabilir. Yüzüne bir tokat atmamış olabilirsiniz ama  sinirsel olarak onun hissettiği şey bu olabilir.  
Onu zorla (ekrandan) koparmak yaralayıcıdır. Dolayısıyla bu işin numarası; doğrudan kapama düğmesine basmak yerine, onu ekrandan koparmadan, bunu onun alanına girerek yapmaktır.

İşte işin sırrı: Bir köprü kurun

Ekran zamanının son bulması gerektiğine karar verdiğinizde, bir süre çocuğunuzun yanına oturun ve onun dünyasına girin. Onunla televizyon izleyin ya da katliam yapan uzaylılar oyununu oynarken onun yanında oturun. Bunun çok uzun sürmesine gerek yok, yarım dakika yeterli. Sadece onun deneyimini paylaşın. Sonra ona bir soru sorun. “Ne izliyorsun?” sorusu bir çok çocukta işe yarar. Bazıları daha spesifik sorulara gerek duyabilir. “Kaçıncı bölümdesin şimdi?” ya da “Şu arkada komik bir figür var, kim o?”
Genellikle çocuklar ebeveynlerinin kendi dünyalarıyla ilgilenmelerinden hoşlanırlar. Eğer hala ekranın içindelerse ve yanıt vermiyorlarsa, siz yine de vazgeçmeyin. Sadece biraz daha yanlarında oturun ve başka bir soru sorun.
Çocuğunuz size yanıt vermeye ya da ekranda izlediği ya da yaptığı şey hakkında konuşmaya başladığında, bu, “(ekranla olan) iletişimi kesme” alanına girdiğini ve gerçek dünyaya döndüğünü gösterir. Akış halinden çıkıp yavaş da olsa sizin varlığınızı fark ettiği alana dönüyor demektir. Sizin olduğunuz yer ile onun olduğu yer arasında bir köprü kurmanızdan dolayı dopamin hormonu aniden düşmeyecektir. Şimdi onunla iletişime geçebilirsiniz. İşte burası sihrin gerçekleştiği yerdir.
Artık onunla yemek zamanının geldiği, banyo yapması gerektiği ya da sadece ekranın kapanacağı hakkında konuşmaya başlayabilirsiniz. Şu rahatlatıcı bir dakika sayesinde çocuğunuz sizi dinleyebilecek ve size yanıt verebilecek alana sahip olacaktır. Hatta gerçek dünyaya yeteri kadar nazik bir şekilde dönmekten dolayı iyice yumuşamış ve televizyonu/tableti/bilgisayarı kapatması için ebeveyninin ilgisini kazanmış olmaktan çok mutlu olmuş olabilir. (Bunu kendi çocuklarımda görüyorum, çok şükür!)
Çocuklarımın zihninde neler olup bittiğini fark etmiş olmam, ekranı kapatma zamanlarının üstesinden daha iyi gelmemi sağladı. Her zaman istediğim yumuşaklıkta olmasa da  Isabelle Filliozat’ın küçük numarasını uyguladığımdan beri hiç çığlıklı bir kapanış yapmadık.

Kendiniz de deneyin

Bir dahaki sefere çocuğunuz ekranın karşında oturuyor ve siz buna son vermek istiyorsanız, şunu deneyin:
  • 30 saniye, bir dakika ya da daha fazla onun yanında oturun ve o her ne izliyor/yapıyorsa sadece izleyin.
  • Ekranda neler olduğuna dair suçlayıcı olmayan bir soru sorun. Çoğu çocuk ebeveyninin ilgisinden hoşlanır ve sorunuza cevap verir.
  • Bir kez diyalog kuruldu mu köprüyü kurdunuz demektir. Bu köprü çocuğunuza, tüm zihni ve bedeniyle, hormonların serbest düşüşü olmadan ve böylelikle herhangi bir kriz çıkmadan ekrandan gerçek dünyaya dönmesine izin verecektir.
  • Günün geri kalanında çocuğunuzla birlikte keyifli zamanlar geçirin.
Çeviri: Ayşegül Sarıoğlu

Eğitim Zevk Vermiyorsa Suçtur

Okuldan paydosta çıkan öğrenciyle, cezaevinden çıkan mahkûm kadar birbirine benzeyen başka iki şey yoktur. Teneffüste bahçeye çıkan çocuklar neden çıldırmış gibi bağırır? Teneffüs, okulda boğulmamak içindir. 
Özgürlük en güzel teneffüstür. Ama hep okul kapılarında bırakılır. Bazıları özgürlüğü avuçlayarak cebine doldurur, okula sokmak ister. “Çıkar ellerini cebinden!” sözü söylenir onlar için.
Okul adaletsizliğin, haksızlığın, üçkâğıtçılığın, uyma ve uymamanın getirdiği sonuçların, egemen bir güce boyun sunmanın, kendinden olanla dayanışma yerine rekabetin, kendinden üstte olana boyun sunma ve altta olanı küçümsemenin, ezme ve ezilmenin, mitlerin ve bu mitlere kendini adamanın, siyasal bağnazlıkların ve ekonomik cehaletin, başkaldırmanın ve bunun nelere gebe olduğunun öğretildiği ve benimsetildiği yerdir.
Devlet dersini yapan öğretmendir. Çocuklara ortak ve yanlış soruları soran da odur. Çocukları oyuncakları olduklarına inandıran da.
Öğretmenler öğretmenlik mesleğinin küçük insanlar karşısında yarattığı gücün sağladığı baş döndürücü kişilik gerçekleştirme olanaklarına sahiptirler. Öğretmen dört duvar içinde kıstırılmış küçük insanları düzenin istediği insanlar hâline getirir. Öğretmen çocuğun özgürlüğünü, yaratıcılığını, benliğini yok etmek için seçilmiş ve bunu yapması için eğitilmiş kişidir. Öğrenci okula gelmeye zorunludur. Okula geç kalır; yetişkin yaşamında işine geç kalmamayı öğrenir. Öğretmen öğrencinin okuldaki, sınıftaki davranışlarını sürekli kontrol eder, öğrenciye ne yapması gerektiğini söyler; onu azarlar, tek tip giyim konusunda zorlar, saçı, üstü başı, yüzü, bakışı, yürüyüşü, oturuşu, kalkışı ve dil kullanımlarına istenilen biçimi verir.
Bu süreç insanı doğal yapısından koparma ezenin gerçekliğini kabul ettirme, içselleştirme sürecidir. Eğitim insan avıdır. Okul ve okulun bütün araçları bu av için kurulmuş bir tuzaktır. Uyumlu, düşünmeyen, farklı olmayan, sürüleşmiş, ezenin nesnesi olmaktan mutlu insanlar üretilir bu süreçte. İnsanın doğallığından kopartıldığı bu süreçte istenilen insan tipi yaratmak için bir alıştırma dönemidir. Çocuk eğitim süresince başkası için varlık olma alıştırmaları yapar ve bunu içselleştirir. Bağırma, azarlama, aşağılama gibi eylem karşısında boyun eğmeyi bu süreçte öğrenir. Hiçbir şey olmadığını, hiçbir şey bilmediğini, birileri yap dediğinde yapmayı; yapma dediğinde yapmamayı, itaat etmeyi, otoriteye boyun eğmeyi, bencil olmayı, paylaşmamayı, dayanışmamayı, işbirliği içinde olmamayı, hırslı olmayı, yaşamda tutunabilmek için her yolun mübah olduğunu, beş parmağın beşinin bir olmadığını, kadere karşı gelinmeyeceğini, böyle gelip böyle gideceğini, insanın güçsüz olduğunu, adaletin herkese eşit uygulanamayacağını vb. bu süreçte öğrenir ve güdülmek için hazır hale gelir.
Öğretmenler çocukları birbirleriyle yarıştırırlar. Onları korkuturlar. Kötü bir gelecek tablosu çizerler. Eğitimi kazananların ve kaybedenlerin olduğu bir yapı olarak gösterirler. Gerçekte kazananlar uyumlu, her denileni yapan, “çalışkan” dedikleri çocuklardan çıkar. Bunlar için kazanmak, egemenlerin istediği toplumsal düzende, eğitimle oluşturulan bu kişilik yapılarıyla toplumsal sınıflamada üst sıralarda yer almaktır. Kaybedenlerse onları yalnız kendileri bilir, kimse tanımaz onları.
Öğretmenler, öğrencilerin öğrendiklerinin yaşamla bağını kurmazlar; öğrenmenin yararına ilişkin değerlendirme yapmazlar. Öğrenciye öğrenme süreciyle yani neyi, niçin, nasıl öğreneceklerine ve öğreneceklerinin ne işe yarayacağına ilişkin bilgi vermezler; çünkü öğrencilerin çevresini görmesini istemezler.
Ülkemizdeki eğitimde, okulun yapısında, okul yönetiminde, idareci, öğretmen, öğrenci, veli ilişkilerinde, öğrenme ortamlarında ve bu ortamların kullanımında despotik davranış vardır. Okul despotik davranışla yükselir. Öğretmenler kendilerini her şeyi gören, bilen mutlak varlık olarak görürler. Öğrencinin karşısına her zaman Tanrı gibi çıkarlar. Her şeyi bilendir onlar. Takdir eden, cezalandıran, affeden ve öğretendir onlar. Onlar tek kitaplı (ders kitabı) insanlardır.
Öğretmenler, düzeni, yanlışı sürekli kılan insanlardır. Ama çoğu bunun farkında bile değildir. Ama daha özgür bir eğitim ve toplum için onlardan başka kim mücadele edebilir?
KAYNAK: İrfan Erdoğan, İletişim Egemenlik Mücadeleye Giriş
https://www.matematiksel.org/egitim-zevk-vermiyorsa-suctur/

Niye Doğurayım Ki?

Bugüne dek neden çocuk yapmadığımı soranlara üç aşağı beş yukarı aynı cevabı verdim.
“Çocuk bakmak, büyütmek zor.”
“İçimden gelmiyor.”
“Yapan çok. Ben de yapmayıvereyim.”
“Ben anne olmak istemiyorum. Böyle iyiyim.”

Nezaketimi korumaya çalışıyordum bu soruyu cevaplarken. Çocuklu hayatın zorluklarını yaşamak istemediğimi söyleyerek, bu zorluklara kendi  hayatlarından örnekler vererek onları incitmek istemiyordum. Konu üzerine daha fazla konuşmak istemediğimi belli eden kısacık sözlerime “Ama her şeye değer”, “Ama hayattaki en güzel duygu” karşılıklarını aldığımda gülümsemekle yetiniyordum.

Birini, istemediğini açıkça söylediği bir eyleme özendirmeye çalışmak, sevmediği yemeği kaşıkla ağzına zorla sokuşturmaya benziyor. “Tadına bir bak, çok güzel” diyen, o bir kaşığın, zorla girdiği ağızdan yüzüne püsküreceğini tahmin edemiyor. Saymadım ama en az birkaç kaşık püskürtmüşümdür. Üzgün olduğumu söyleyemem, seçeneğim kalmadığı içindi.

Fakat şu aralar üzerine düşündüğüm esas konu bu değil.

Bugüne dek, çocuk yapmamama dair meraklı soruların, bu soruları hayatıma müdahale olarak gördüğüm için beni sinirlendirdiklerini sanıyordum. Yıllar sonra fark ediyorum ki, bunu bedenime müdahale olarak gördüğüm için öfkeleniyordum. Bedenimi doğurmak için kullanmak istemiyordum.

Bedenimi neden doğurmak için kullanmak istemiyordum acaba? Neden hâlâ istemiyorum? Neden kendimi hamile olarak hayal etmekten hep kaçtım? Niye hâlâ kaçıyorum?

Bu soruları yazarken doğal olarak gözümün önüne hamile ben geliyor. Beyin böyle bir şey. Ağzından çıkanın robot resmini çıkarıyor hemen. Kendimi hamile görünce bedenim acıyor, rahmim, civarı ve karnım. Bedenimden yükselen acı duygusunu bu kez bastırmadan dinlemeye çalışıyorum. Acı görselleşiyor. Bedenim, rahmime yakın yerlerim yırtılıyor. Kandan, baygınlıktan başka bir şey yok.

Düşünüyorum. Bu sahneleri ben kendi kendime mi uyduruyorum? Bedenimden yükselen acı duygusunu bir başıma mı yaratıyorum? Hislerimi kovmuyorum bu kez, bekliyorum, bakalım peşinden ne gelecek diye. Korkuyorum. Birazdan başıma ölümcül bir şey gelecekmiş gibi korkuyorum. Tehlikedeyim, var gücümle kaçıp kurtulmak istiyorum.

İnsan duygularından kaçmamalı, onları yok saymamalı. Hayatta neyi neden yaptığını, neden yapmadığını anlamak için bu duyguların ortaya çıkmasına izin vermeli. Çünkü duyguları sonsuza dek bastırmak mümkün değil.  

On dakikadan fazla oldu son iki paragrafı yazalı. Acı ve korku geçmedi. Normal mi? Kötü bir rüyadan uyanmış gibi (Oh! Kâbusmuş!) hissediyorum, (Oh, hamile değilim!) Yani bir yerim yırtılmayacak, acımayacak, tehlikede değilim.

Bu korkuları yaratan ben değilim, nereden çıkageldiler peki? Derin bir nefes alıp rahatladıktan sonra filmi geriye sarabiliyorum.

Kim bilir kaç filmden, kaç doğum sahnesi yansıyor perdeye.
Hastanede ya da evde, yatakta acılar içinde bağıran bir kadın. Üzerine abanan bir başka kadın. Bebek ağlamaları. Kapının önünde bekleyen adama bir iyi, bir kötü haber.

Ya çocuklar halının üzerinde oynarlarken, anneler aralarında konuşuyorlar:
“Normal doğurdum. Sekiz saat çektim o acıyı. Ayyy, çok fenaydı.
Doktor üzerime abandı, acıdan bayılmışım, gözlerimi açtığımda bebek yeni gelmişti.” 

Kendi kendime yaratmamışım. Gerçek hayattan, filmlerden hafızama kodlanmış:
Doğururken çok acı çekeceksin.
Bu acı saatler sürecek.
Doğururken ölebilirsin.

Bugün görüyorum ki, sadece çocuk yetiştirmek istemediğimden değil, aynı zamanda acı çekmek ve ölmek istemediğimden doğurmamışım. Niye o kadar acı çekeyim ki? Niye öleyim ki?

Doğurmamışım, doğurmayacağım. Hâlâ niye konuşuyorum bu konuda? Kadınları doğurmamaya özendirmeye mi çalışıyorum? Normal doğumdan uzaklaştırmaya mı? Yoksa gizli gizli sezaryen propagandası mı yapıyorum?

Doğum konusunda konuşmak için, doğurmama ya da doğurma ihtimalim olmasına gerek yok, kadın olmam yeterli bir sebep. Gökten inmedim, benim hafızamda bu kodlar varsa, aynı kültürün yetiştirdiği birçok kadında da vardır. Doğurarak anne olmak isteyen ama doğumdan korkan kadınlar ne olacak?

“İşte kadın da böyle yaratılmış,” “Acı ama meyvesi çok güzel”, “Bebeğini kucağına alınca hepsini unutur” deyip kenara çekilmek doğru mu? Bu konuda yapacak hiçbir şey yok mu?

Hep sezaryenin kadına ve bebeğe zararları konuşuluyor. Kadınlar normal doğuma teşvik ediliyor. Fakat bunların hiçbiri, kadının doğum korkusunu yatıştırmaya yetmiyor. Ağrıyı, acıyı azaltan farklı doğum yöntemleri var, ancak bütçeleri sebebiyle her kesimden kadını kucaklayamıyor.

Ancak kadınları psikolojik ve fiziksel olarak doğuma hazırlayan etkin yöntemler var.

Neden doğuracak kadınları psikolojik olarak rahatlatmanın yolları, yöntemleri daha fazla, daha yüksek sesle konuşulmuyor? Kadınları doğurmaya, doğal doğurmaya teşvik etmek için bu yöntemlere daha fazla başvurulmuyor?

Tamam, ben doğurmadım, susayım. O zaman doğuma psikolojik ve fiziksel açıdan hazırlanmamın yollarını, yöntemlerini bilen ve bu konuda bilenlerden yardım alarak doğal doğum yapmış kadınlar konuşsunlar. Bu konu kampanyalara, kamu spotlarına konu olsun.

Güzel olmaz mı?


Özlem Kartal
https://hthayat.haberturk.com/niye-dogursunlar-ki-1069648